Nisan 17, 2014

Büyük Engizisyoncu ve Le Grand Pacha



Birbiriyle ilintili iki uzun hikâye anlatacağım. Vaktiniz varsa, buyrun.

Ilya Glazunov'un 1985'te kitap için yaptığı illüstrasyon
“Büyük Engizisyoncu”, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanının en meşhur hikâyelerinden birisi. Ivan, kardeşi Alyoşa’ya anlatıyor. İspanya’da, Engizisyon’un hüküm sürdüğü zamanlarda, Hz. İsa yeniden dirilir ve kalabalığın arasında insanlara görünür. Daha bir gün önce Büyük Engizisyoncu’nun yüzlerce “din düşmanı”nı ad majorem gloriam Dei yaktığı alanda, insanlar onu hemen tanır. Küçük, ölü bir kızı diriltir, yaşlı, kör bir adamın gözlerini açar. Ama Büyük Engizisyoncu, onu hemen yakalatır. Zindana atar. Gece yarısı, Engizisyoncu dirilen Mesih’i hücresinde ziyaret edecektir.


Ona konuşma fırsatı bile tanımadan, hayli uzun bir monolog başlatır Engizisyoncu. Çölde “yüce ruh”un Hz. İsa’yı sorguya çektiğini, “yoldan çıkarmak istediğini” hatırlatır asırlar evvelinde. Üç soru sormuştur “yüce ruh”. Onlara, demiştir mesela, özgürlüğü vaat ediyorsun ama şu çöldeki taşları ekmek yapsan, insanlar seni takip eder. Özgürlük nedir ki? Ekmek, onların ezelî derdidir. Oysa İsa, kabul etmemiştir bunu. “Onların bağlılıklarını ekmekle satın alırsam özgürlük nerede kalır?” Büyük Engizisyoncu şöyle der: “Sana karşı kaldırılan, senin tapınağını yıkacak olan sancakta, ‘İnsanı doyur, sonra erdem iste ondan!’ diye yazıyor.” İnsanların özgürlükle karınlarını doyuramayacaklarını, eninde sonunda kendilerine gelip, “Köleniz olalım daha iyi, yeter ki doyurun karnımızı” diyeceklerini anlatır. Ekler: “Ekmek senin için büyük bir fırsattı: Ekmeği verince Sana taparlardı, çünkü ekmekten daha güçlü bir şey yoktur.”

“Ürkünç, sonsuz zeki ruh” Hz. İsa’yı tapınağın tepesine çıkarıp “Atla buradan, insanlara Tanrı’nın oğlu olduğunu kanıtla.” demişti. Oysa Mesih reddetmişti onu. İnsanlara inanmayı “özgürce seçme” hakkı tanımak istemişti. Engizisyoncu şöyle düşünüyordu ama insanlık hakkında: “Ama seçme özgürlüğü gibi ürkünç bir yükün altında ezilen kişioğlunun sonunda Senin önderliğini, hatta gerçeğini de reddedeceğini düşünmedin mi hiç? (...) Bu güçsüz başkaldıranları, gene onların mutluluğu için yenecek, sonsuza dek tutsak edecek üç güç vardır yeryüzünde, bunlar: Mucize, sır bir de otoritedir. Üçünü de reddettin Sen, bu durumun suçlusu Sensin.” Devam eder: “ ‘Çarmıhtan in, Tanrı’nın oğlu olduğuna inanalım’ diye bağırdıklarında inmedin çarmıhtan. Kişioğlunu mucizenin gücüyle değil de, içten gelen özgür bir sevgiyle kendine bağlamak istediğin için inmedin.” Oysa Büyük Engizisyoncu’ya göre insan zayıftır, ondan gücünü aşan şeyleri, mesela özgür iradeyle inanmasını beklememek gerektir. Ve onların inançsızlıkları onları giderek daha öfkeli yapacaktır.

Nihayet Büyük Engizisyoncu, Kilise adına konuşur: “Yapıtına başka bir biçim verdik, mucize, sır, otorite temeline dayandırdık onu. İnsanlar da yeniden sürüye dönüşmelerine, onlara öylesine acı veren bu ürkünç yükten sonunda kurtulmalarına sevindiler.” Hz. İsa’nın reddettiği Sezar’ın kılıcını aldıklarını ve yeryüzünün hâkimi olduklarını anlatır: “Sezar’ın kılıcını alıp bir yeryüzü krallığı kurabilirdin Sen de, yeryüzüne huzur getirebilirdin. Çünkü kişioğlunun vicdanını, ekmeğini elinde bulundurandan başka kim hükmedebilir insanlara? Biz Sezar’ın kılıcını da aldık, kılıcı ele geçirince Seni de inkâr edip Onun peşinden gittik.” Büyük Engizisyoncu, Hz. İsa’yı yalnızca seçkin bir topluluğa hitap ettiği için suçlar. Kendilerinin tüm insanlığı huzura kavuşturacağını savunur: “Sonunda özgür bayrağı Sana karşı kaldıracaklar. Ama kendin verdin onlara bu bayrağı. Oysa bizde herkes mutlu olacak (...) bizim için özgürlüklerini teptikleri, bize boyun eğdikleri zaman özgür olabileceklerine inandıracağız onları.” İnsanların mutsuz ve güçsüz hâle gelip, “Evet, haklıydınız, O’nun sırrı yalnız sizin elinizdeymiş. Size geliyoruz, kendi kendimizden kurtarın bizi.” diyeceklerini savunur.

Bu kudretli hikâyeyi anlatan İranlı filozof Daryush Shayegan, şu tespiti yapar:

“Özgürleşen ruh insanı azat eder; fakat gelenek tekrar tabiat haline geldiğinde, insanı daha büyük bir kulluğa düşürür. Özgürlük diyalektiği de buradan çıkar: Özgürlük ya Hegel’in bakış açısıyla tinin mucizevi serüvenine dönüşür, ya da özgürlüğün kendi aleyhine döndüğü ve aklın tekrar mitoloji hâline geldiği akıl diyalektiğindeki trajik çıkmaza.” (Büyük Engizisyoncu, Melez Bilinç, sf. 39)

Bu meşhur hikâyenin Türk tarihine uyarlanmış bir versiyonuna, Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ında da rastlayabilirsiniz. “Hepimiz Onu Bekliyoruz” isimli bölümde, Doktor Ferit Kemal’in yazdığı, Fransızca “Le Grand Pacha” (Büyük Paşa) adındaki bu çizgi roman, Müslümanların asırlardır beklediği Mehdi’nin hikâyesini anlatır. Mehdi, tıpkı Dostoyevski’nin hikâyesindeki Mesih gibi, gelir gelmez kendisini insanlara belli eder ve Le Grand Pacha ismindeki, “bizde çok görülen ve kendinden çok devleti, milleti düşünen kişilerde hissettiğimiz bir tür bilgeliğe erişmiş yüce kişi” tarafından hapsedilir. Belirgin bir biçimde, Le Grand Pacha, Türkiye’deki askerî vesayeti temsil etmektedir.

Le Grand Pacha, hücrede karşısında duran kişinin asırlardır beklenen Mehdi olduğundan emindir. Ancak onun İslam dünyası adına bir umut veremeyeceğini çünkü “askerî başarı imkânı” olmadığını haykırır umutsuzca. Doğu’da Mehdi oldukları beklentisiyle ortaya çıkan insanların zaman içinde nasıl bir hayalkırıklığına sebep olduklarını, ekonomi-politik açıdan inceler. Yine de, mutsuzlara bir zafer umudu vermenin imkânsız olmadığını ekler. Sadece, “dış düşman” ile mücadele edilmemelidir. “İç düşman” meselesini şöyle özetler Le Grand Pacha:
“Bütün sefaletin, acılarımızın kaynağı içimizdeki günahkârlar, tefeciler, kan içiciler, zalimler ya da öyle oldukları halde suret-i haktan gözükenler olmasın sakın? Mutsuz kardeşlerine bir zaferin ve mutluluğun umudunu yalnızca içimizdeki düşmana karşı açacağın savaşla verebileceğini sen de görüyorsun değil mi? O zaman, bu savaşın kahraman askerlerle, gazilerle değil, muhbirle, cellâtlarla, polisle, işkencecilerle birlikte verilecek bir savaş olduğunu da görüyorsun demektir. Umutsuzlara sefaletin sorumlusu olan bir suçlu göstermeli ki, onun başının ezilmesiyle cennetin yeryüzüne ineceğine inanabilsinler. Kardeşlerimize umut verebilmek için aralarındaki suçluları gösteriyoruz onlara.”

Ortaya çıkan Mehdi’nin bütün bunları yapacak kadar korkusuz olduğunu yüzüne söyler Le Grand Pacha, ama sorar: 
“Ama bu umutla ne kadar oyalayabileceksin bu kalabalıkları? Bir süre sonra, işlerin düzelmediğini görecekler. Ellerindeki ekmek büyümediği için senden aldıkları umut da tükenmeye başlayacak. (...) En kötüsü, senden şüphelenmeye, senden nefret etmeye başlayacaklar; polisler ve gardiyanlar yaptıkları işkencelerin anlamsızlığından öyle bir yorulacaklar ki, ne en son yöntemler oyalayacak onları, ne de senin onlara vermeye çalıştığın umut; darağaçlarından salkım salkım üzümler gibi sallandırılıveren talihsizlerin boşu boşuna kurban edildiğine karar verecekler.”

Umudunu yitiren insanlar, tıpkı Dostoyevski’nin hikâyesindeki gibi her şeylerini yitirmiş olacaklardır. Mutsuzluğun yoğunlaştığı bir zamana erişince de, artık Mehdi’nin Mehdi olmadığını, daha kötüsü Deccal olduğunu düşünmeye başlayacaklar. 

Şöyle bitiriyor Le Grand Pacha: “O zaman onların gözünde sen O değil, Deccal olacaksın artık, Deccal de sen! Bu sefer senin değil Deccal'in, O'nun hikâyelerine inanmak isteyecekler. Zaferle geri dönen ben ya da benim gibi biri olacak Deccal.”

İşte; umut, ekmek, özgürlük ve inanmakla ilgili iki güzel hikâye...

3 yorum:

  1. Thank you from one who has read both books again and again, and once again, watching the Bosphorus glint just below.

    YanıtlaSil
  2. Çok teşekkürler. Anlamama yardımcı oldunuz.

    YanıtlaSil